Genel

KUMAR BAĞIMLILIĞI (KUMAR OYNAMA BOZUKLUĞU)

Kumar, ilk başta sadece bir eğlence, kısa süreli bir heyecan ya da şansını deneme arzusu gibi başlayabilir. Belki bir boşluk anında, belki arkadaş ortamında, belki de sadece meraktan… Zamanla ise bazı insanlar için bu davranış, kontrol edilmesi zor bir döngüye dönüşebilir. Her oynayışta hissedilen kısa süreli rahatlama, kaygıdan uzaklaşma ya da "şansımı bu kez döndürebilirim" düşüncesi, kişiyi tekrar tekrar oyuna çeker.

Kimi zaman kumar bir kaçışa, kimi zaman da hayata tutunma çabasına dönüşebilir. Oyun oynandıkça sadece para değil, zaman, güven, ilişkiler, hatta benlik duygusu da riske atılabilir. Ancak bu noktaya gelene kadar, kişi çoğu zaman içten içe bir mücadele verir. Ne tam kontrolü vardır, ne de tam bırakabilmiştir.

“Bazen sırf heyecan için giriyorum.” “Kazanmasam bile oynarken içim hafifliyor.” “Bir şekilde geri alabileceğimi hissediyorum.” “Durmam gerektiğini biliyorum ama o noktayı kaçırıyorum.”

Bu ifadeler, kumarın yalnızca maddi değil, duygusal bir anlam taşıdığını, kişinin iç dünyasında başka boşluklara dokunduğunu gösterir. Her oyun, yalnızca bir kazan-kaybet meselesi değil, aynı zamanda içsel bir düzenleme aracı haline gelebilir.

Kumarın Duygusal Temeli

Kumar davranışı, bir zevk arayışının ötesinde, kimi bireyler için şu duygulara karşı bir savunma mekanizmasıdır:

Yalnızlık: İçsel boşlukla kalamama ve “bir şeylerle meşgul olma” ihtiyacı
Kontrol ihtiyacı: Hayatın belirsizlikleri karşısında, oyunda “şansı yönetebilme” illüzyonu
Kaygı ve stres: Kısa süreli bir rahatlama hissiyle günlük baskılardan uzaklaşma
Değersizlik hissi: Kaybedince öfkelenme, kazanınca kendini güçlü hissetme döngüsü
Kaçınma: Yaşamsal sorumluluklardan, duygusal yüzleşmelerden uzaklaşmak

Dopamin: Heyecanın Kimyası

Kumar bağımlılığının biyolojik boyutunda dopamin önemli rol oynar. Dopamin, beynin ödül ve motivasyon sistemini düzenler. Ancak kumarın özelliği, bu sistemi alışılmadık bir şekilde tetiklemesidir.

Kumar oynarken, özellikle kazanma anlarında dopamin hızla yükselir.
Ama bu ödül rastlantısaldır. Kişi ne zaman kazanacağını bilemediği için dopamin salınımı daha yoğun olur.
Zamanla beyin bu dopamin artışına bağımlı hale gelir.
Artık amaç kazanmak değil, bu kimyasal yükselişi tekrar yaşamaktır.

Kişi oyunu kazanmak için değil, o kısa süreli “canlanma” hissini yeniden yaşamak için oynar. Bu, bağımlılık döngüsünü sürekli besleyen bir yapıya dönüşür.

Terapi odasında kumar bağımlılığıyla gelen bireyler çoğu zaman suçluluk ve utançla doludur. En sık duyulan cümlelerden bazıları:

“Bırakmayı çok istiyorum ama canım sıkıldığında elim oraya gidiyor.”
“Kendime söz veriyorum ama yine dönüyorum.”
“Sadece bir kez daha diyerek giriyorum, sonra saatler geçiyor.”
“Oynarken zaman duruyor gibi, dış dünya yok oluyor.”
“Kazandıkça daha fazlasını istiyorum, kaybettikçe daha çok takılı kalıyorum.”

Bu ifadeler, davranışın yalnızca rasyonel değil, duygusal ve dürtüsel bir mekanizma ile beslendiğini gösterir.

Terapi Sürecinde Nasıl Çalışılır?

Kumar davranışı sadece yasaklandığında değil, anlaşılıp dönüştürüldüğünde anlamını yitirir. Bu noktada terapi, sadece davranışı değil, onun ardındaki duygusal işlevi de hedef alır.

BDT (Bilişsel Davranışçı Terapi)

Kumarla ilgili işlevsiz inançlar çalışılır:
o “Bir dahaki el kesin kazanacağım.”
o “Kazanırsam her şey düzelir.”
o “Kaybettiklerimi geri almam lazım.”
Bu düşünceler yeniden yapılandırılır, gerçekçi alternatiflerle değiştirilir.

EMDR

Kumarın başladığı döneme dair duygusal travmalar çalışılabilir.
Kaybetmenin tetiklediği geçmiş öfke, küçük düşme, değersizlik duyguları EMDR ile nötrlenebilir.
Kumarın rahatlama sağladığı anılar (örneğin ilk kazanç) hedef alınarak bu döngü kırılır.

Motivasyonel Görüşmeler

Kişinin bırakmaya hazır olup olmadığı yargılanmaz, anlamaya odaklanılır.
“Bırakırsan ne kazanırsın?”, “Bırakmazsan ne kaybedersin?” gibi sorularla içsel motivasyon desteklenir.
Seçim danışana bırakılır, bu da kontrol duygusunu güçlendirir.

Kumar bağımlılığı sadece maddi değil, aynı zamanda duygusal ve sosyal yıkımlara da neden olabilir:

Güven kaybı (özellikle aile ilişkilerinde)
Finansal kriz, borçlar, hukuki sorunlar
Kendilik saygısında azalma
İzolasyon ve depresif belirtiler
Utanç, pişmanlık, çaresizlik duygusu

Ama iyi haber şu: Kumar, öğrenilmiş bir davranış olduğu gibi, terapiyle değiştirilebilir bir davranıştır.

Kumar oynayan kişi çoğu zaman kazanmak için değil, kendini hissetmek için oynar. Oyun, içsel bir duygusal boşluğu doldurma aracı haline gelir. Ancak bu döngü sürdükçe, kişi kendine ve hayatına yabancılaşır.

Gerçek iyileşme, sadece oyunu bırakmakla değil, o oyunun neden var olduğunu anlayarak başlar.

Kaybetmekten değil, hissetmekten korkma.

Çünkü en büyük kazanç, kendini kaybettiğin yerden geri dönmektir.

FOBİLER VE KORKULAR

Herkesin belli korkuları vardır; yükseklik, karanlık, bazı hayvanlar ya da kapalı alanlar… Ancak bazı insanlar için bu korkular, günlük yaşamı sınırlayacak kadar yoğun olabilir. Fobi, aslında abartılı ve mantık dışı bir korku tepkisidir. Kişi, bu korkusunun irrasyonel olduğunun farkındadır ama buna rağmen kendini engelleyemez. Fobiler tedavi edilmediğinde, bireyin hayatını daraltabilir, özgürlüğünü kısıtlayabilir ve sosyal yaşamı olumsuz etkileyebilir.

Fobi ve Korku Arasındaki Fark

Korku, gerçek bir tehlikeye verilen doğal ve sağlıklı bir tepkidir. Örneğin bir araba üzerinize doğru hızla geliyorsa korkmak ve kaçmak hayatta kalmanızı sağlar. Ancak fobi durumunda, korku gerçek bir tehdit olmaksızın, belirli bir nesne, durum veya olay karşısında ortaya çıkar. Korkunun şiddeti, duruma kıyasla orantısızdır.

Örnek:

Gerçekçi korku: Köpeğin sizi ısırma ihtimali olan bir durumda temkinli olmak.
Fobi: Sakin bir köpeği uzaktan görmek bile panik atağı tetikleyecek kadar yoğun kaygı yaratır.

Yaygın Fobi Türleri

1. Spesifik Fobiler: Belirli nesnelere ya da durumlara yönelik korkular. (Uçak, böcek, kan, yükseklik vb.)
2. Sosyal Fobi (Sosyal Anksiyete Bozukluğu): Toplum içinde küçük düşmek, rezil olmak korkusuyla sosyal ortamlardan kaçınma.
3. Agorafobi: Kalabalık, açık alan, toplu taşıma gibi kaçışın zor olabileceği ortamlara karşı korku.
4. Kan-İğne-Fobi Sendromları: Kan görmekten ya da iğne olmaktan aşırı korku, bayılma tepkisi.

Fobilerin Kökeni

Fobilerin nedenleri genellikle çok katmanlıdır:

Travmatik Deneyimler: Çocuklukta yaşanan bir korku (örneğin köpek ısırması) ileride fobiye dönüşebilir.
Öğrenilmiş Davranışlar: Anne-babanın aşırı korkulu davranışları çocuğa model olabilir.
Beyin Kimyası ve Genetik Faktörler: Kaygıya yatkın bir sinir sistemi, fobilerin gelişmesine zemin hazırlayabilir.
Bilinçdışı Anlamlar: Bazı fobiler, bastırılmış duyguların bir sembolü olarak ortaya çıkar (örneğin, özgürlük korkusunu yüksekten korkma şeklinde yaşamak gibi).

Fobilerde Psikolojik Döngü

Fobisi olan kişi korktuğu durumdan kaçtıkça kısa vadede rahatlar. Ancak bu kaçınma davranışı, uzun vadede korkunun gücünü artırır. Kaçınma = Rahatlama = Korkunun pekişmesi Bu döngüyü kırmak, fobi tedavisinin en temel hedefidir.

Terapi Yaklaşımları

Fobiler, psikoterapi ile oldukça hızlı ve etkili bir şekilde tedavi edilebilir. Özellikle Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), EMDR ve Motivasyonel Görüşmeler, fobi tedavisinde bilimsel olarak en çok kullanılan yöntemlerdir.

🔹 Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT)

BDT’de kişi, korku tepkilerini ve bu korkuların altında yatan düşünce kalıplarını fark eder. Maruz bırakma (exposure) teknikleri, bireyin korktuğu duruma adım adım yaklaşmasını sağlar. Bu yaklaşma, beynin yeniden öğrenmesini destekler: “Bu durum tehlikeli değil.”

🔹 EMDR

Travmatik bir anıya bağlı fobilerde EMDR son derece etkilidir. EMDR, beynin o travmatik anıyı yeniden işlemesine ve korku yükünün azalmasına yardımcı olur. Örneğin, bir köpek saldırısına bağlı gelişmiş fobi, EMDR ile birkaç seansta ciddi oranda hafifleyebilir.

Danışan İçin Kazanımlar

Korkulan durumla yüzleşebilme
Kaçınma davranışlarının azalması
Panik tepkilerini kontrol edebilme
Hayata daha özgürce katılabilme
Sosyal, mesleki ve kişisel alanda işlevselliğin artması

Fobiler, yaşamdaki seçenekleri daraltan görünmez zincirler gibidir. Ancak bu zincirleri kırmak mümkündür. Psikoterapi süreci, fobilerin yalnızca azalmasını değil, korkunun yerine güven ve özgürlüğün yerleşmesini hedefler.

“Korkularınız sizi yönetmesin, siz onlara anlam verin. Çünkü korkunun üstüne gidildiğinde, çoğu zaman onun düşündüğünüz kadar güçlü olmadığını görürsünüz.”

Kaygı Nedir? Anksiyete Bozuklukları ve Psikolojik Destek Süreci

Kaygı (anksiyete), potansiyel bir tehlike ya da belirsizlik karşısında hissedilen doğal bir uyarı mekanizmasıdır. İnsan doğası gereği, kaygı bizi tehlikelere karşı hazırlar, dikkat kesilmemizi ve harekete geçmemizi sağlar. Ancak bu mekanizma işlevsiz hale geldiğinde, gerçek bir tehdit olmaksızın yoğun endişe, huzursuzluk ve bedensel belirtilerle kendini gösterdiğinde kaygı bozukluklarından söz edilir. Bu durum, bireyin günlük yaşam kalitesini ciddi ölçüde düşürebilir.

Kaygı Bozukluğu Ne Zaman Bir Sorun Haline Gelir?

Kaygının şiddeti, süresi ve işlevselliği üzerindeki etkisi önemlidir. Aşağıdaki durumlarda klinik anlamda bir kaygı bozukluğu söz konusu olabilir:

  • Kaygı, gündelik yaşamın çoğunu kaplıyorsa
  • Endişe düzeyi kontrol edilemiyorsa
  • Uyku, iş, okul, sosyal ilişkiler gibi alanlarda işlevsellik düşmüşse
  • Bedensel belirtiler (çarpıntı, mide bulantısı, nefes darlığı, kas gerginliği) yoğun ve sık tekrarlıyorsa
  • Kaçınmalar başlamışsa (toplantıya gitmemek, sosyal ortamlardan uzak durmak, sürekli kontrol etme ihtiyacı)

En Yaygın Görülen Anksiyete Bozuklukları

  • Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB): Sürekli ve kontrol edilemeyen endişeler, “ya kötü bir şey olursa” düşünceleri
  • Panik Bozukluk: Ani başlayan, yoğun korku ve fiziksel belirtilerle seyreden panik ataklar
  • Sosyal Anksiyete Bozukluğu: Toplum önünde konuşma, kalabalıkta bulunma gibi durumlarda aşırı kaygı
  • Agorafobi: Açık alanlar, kalabalıklar veya kaçmanın zor olduğu yerlerden kaçınma
  • Özgül Fobiler: Uçak, yükseklik, böcek gibi spesifik durumlara karşı yoğun korku
  • Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB): Zihinsel takıntılar ve rahatlamak için yapılan tekrar eden davranışlar

Kaygının Bilişsel ve Nörofizyolojik Temeli

Kaygı bozukluklarında genellikle olumsuz otomatik düşünceler, felaketleştirme ve kontrol kaybı korkusu ön plandadır. Beyindeki amigdala, tehdit algısını yöneten yapıdır ve anksiyetesi yüksek bireylerde bu yapı genellikle daha aktif çalışır. Prefrontal korteksin işlevi zayıfladığında, birey tehditlerin gerçekliğini sorgulamakta zorlanır; yani “tehdit varmış gibi hissetmek” ile “gerçekte tehdit olması” birbirine karışır.

Terapi Sürecinde Neler Yapılır?

Kaygı bozukluklarının psikoterapi ile etkili bir şekilde tedavi edilebildiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Terapi süreci, kişinin kaygısını daha iyi tanıması, tetikleyicileri fark etmesi ve baş etme becerileri geliştirmesi üzerine yapılandırılır.

🔹 Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT)

Kaygının temelinde yer alan otomatik düşünce ve inançlar ele alınır. “Ya kontrolü kaybedersem?”, “Ya rezil olursam?” gibi düşüncelerin gerçekliği sorgulanır. Maruz bırakma teknikleriyle kaçınılan durumlara karşı tolerans geliştirilir.

🔹 EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme)

Özellikle geçmiş travmalarla ilişkili olan veya beden hafızasında yer eden yoğun kaygı durumlarında EMDR son derece etkilidir. Beynin doğal işlemleme mekanizması harekete geçirilerek, kaygıyı tetikleyen anılar daha nötr hale gelir.

🔹 Motivasyonel Görüşmeler

Kaygı bozukluklarında kişiler çoğu zaman yardım alma konusunda isteksizdir ya da değişime hazır hissetmez. Motivasyonel görüşmeler, danışanın içsel kaynaklarını keşfetmesine ve değişim sürecine daha istekli adım atmasına yardımcı olur. Yargılayıcı olmayan, empatik bir dil kullanılır.

Danışan İçin Terapötik Kazanımlar

  • Kaygı anında zihinsel ve fiziksel belirtileri tanıma
  • Kaçınma davranışlarının azalması
  • Düşünce-fiziksel belirti-duygu üçgenini fark etme
  • Rahatlatıcı tekniklerin öğrenilmesi (nefes egzersizleri, gevşeme teknikleri)
  • Kontrol etme ihtiyacının azalması
  • Hayata karşı güven duygusunun artması

Kaygı bozuklukları, sadece zihinsel bir süreç değil; beden, duygu ve düşüncenin iç içe geçtiği kompleks bir durumdur. Ancak bu durum ne kalıcıdır ne de çözümsüzdür. Doğru yöntemlerle, bilimsel temellere dayanan terapi yaklaşımlarıyla ve güvene dayalı bir terapötik ilişkiyle, kaygının yaşam üzerindeki etkisi büyük oranda azaltılabilir.

Kaygı kontrol edilebilir. Yeter ki onu anlamaya, yüzleşmeye ve dönüştürmeye niyet edelim.

ERGENLİKTE PSİKOLOJİK ZORLUKLAR

Ergenlik dönemi, bireyin çocukluk ile yetişkinlik arasında geçiş yaptığı; bedensel, bilişsel ve duygusal değişimlerin yoğunlaştığı karmaşık bir gelişim evresidir. Bu süreç yalnızca fiziksel olgunlaşmayı değil, aynı zamanda psikolojik olarak da kimlik inşasını, toplumsal rollerin sorgulanmasını ve bireysel sınırların test edilmesini kapsar. Ergenlik döneminde yaşanan zorluklar, çoğu zaman geçici olarak değerlendirilsede, bu zorlukların psikolojik dinamikleri anlaşılmadığında ilerleyen yaşlarda daha derin psikopatolojilere zemin hazırlayabilir.

Ergenlik Döneminin Psikodinamik Yapısı

Ergenliğin psikolojik gelişimi, özellikle Erik Erikson’un psikososyal gelişim kuramı çerçevesinde ele alındığında, bu dönemin temel gelişimsel krizinin “kimlik kazanımına karşı rol karmaşası” olduğu görülür. Ergen birey, çocukluğunda edindiği değer yargılarını yeniden sorgular; ebeveynlerinden bağımsız bir benlik inşa etme çabasına girer. Bu süreçte yaşanan çelişkiler, çatışmalar ve içsel gerilimler, ergenin davranışsal olarak dışa vurduğu tepkilere dönüşebilir.

Duygusal Dalgalanmaların Nörobiyolojik Temeli

Ergenlik döneminde beynin limbik sistemi, yani duyguların merkezi oldukça aktiftir. Buna karşın davranışları planlayan ve değerlendirme yetisi sağlayan prefrontal korteks henüz tam gelişmemiştir. Bu dengesizlik; dürtüsellik, ani kararlar, öfke patlamaları ve duygusal istikrarsızlıkla kendini gösterebilir. Aynı zamanda dopamin sistemindeki değişiklikler, ergeni daha fazla haz ve yenilik arayışına iter. Bu da riskli davranışların artmasına neden olabilir.

Sık Görülen Psikolojik Zorluklar

Ergenlik döneminde psikolojik destek gerektiren başlıca problemler şunlardır:

  • Depresif belirtiler: Sürekli mutsuzluk, keyif alamama, değersizlik düşünceleri
  • Sosyal kaygı ve içe kapanma
  • Özgüven eksikliği ve kimlik karmaşası
  • Yeme bozuklukları (anoreksiya, bulimiya, tıkanırcasına yeme bozukluğu)
  • Aile ile yoğun çatışmalar ve sınır ihlalleri
  • Akademik motivasyon düşüklüğü ve sınav kaygısı
  • Dijital bağımlılıklar ve sosyal medya baskısı
  • Dürtüsel davranışlar, öfke patlamaları, kendine zarar verme eğilimleri

Aile Dinamiklerinin Rolü

Ergenlikte yaşanan psikolojik sorunlar, çoğu zaman sadece bireysel değil, sistemik olarak ele alınmalıdır. Aile sistemi içinde yer alan roller, iletişim biçimleri ve sınırların netliği ergenin ruhsal gelişimini doğrudan etkiler. Aile içindeki aşırı denetim ya da ilgisizlik; ergenin ya başkaldırmasına ya da tamamen içe kapanmasına yol açabilir. Bu nedenle ergen terapilerinde ebeveynle yapılan görüşmeler büyük önem taşır.

Terapi Sürecinde Neler Yapılır?

Ergen terapisi, ergenin yaşadığı içsel çatışmaları anlamlandırmasına, duygu farkındalığını artırmasına ve işlevsel baş etme becerileri geliştirmesine yardımcı olur. Bu süreçte kullanılan başlıca yaklaşımlar:

  • Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT): Olumsuz düşünce kalıplarını tanımlama ve dönüştürme
  • Duygu Odaklı Terapi: Yoğun duygularla baş etmeyi öğrenme
  • Aile Terapisi: İletişim kalıplarını yeniden yapılandırma
  • Sanat ve oyun terapileri: Özellikle küçük yaş grubundaki ergenlerle etkili yöntemlerdir

Terapi, ergenin duygusal alanında güvenli bir ilişki kurmasını, kendi benliğini yeniden tanımasını ve sosyal ilişkilerinde daha sağlıklı bağlar kurmasını destekler. Ayrıca, ebeveynlere rehberlik edilerek ev ortamının duygusal olarak daha düzenleyici hale gelmesi sağlanır.

Ergenlik, gelişimsel olarak karmaşık ama bir o kadar da dönüşüm potansiyeli yüksek bir dönemdir. Bu süreçte yaşanan zorluklar, doğru zamanda verilen psikolojik destekle hem ergenin sağlıklı birey olma yolculuğuna katkı sağlar hem de ileriki yaşamında karşılaşabileceği daha büyük sorunların önüne geçer.

Unutulmamalıdır ki, ergenlik bir kriz değil, gelişimsel bir fırsattır. Doğru destekle bu dönem, bireyin kendine en çok yaklaştığı ve içsel gücünü keşfettiği bir süreç olabilir.

DEPRESYON

Depresyon çoğu zaman dışarıdan görülmez. Gözle görülebilen bir yara gibi değildir. Kanamaz, şişmez, bandajla sarılmaz. Ama içten içe acıtır. Zihni, bedeni, ruhu ağırlaştırır. İnsanı hayattan uzaklaştırmadan, hayatın tam içindeymiş gibi hissettiren bir uzaklık yaratır. Danışanlar bazen şöyle der:

“İşime gidiyorum, konuşuyorum, gülüyorum bile. Ama içimde bir şey eksik. Sanki içim boş.”

Depresyon sadece üzgün olmak, ara sıra ağlamak ya da kendini kötü hissetmek değildir. Çok daha sessiz, çok daha yaygın ve çok daha derin bir tükenmişliktir. Ve çoğu zaman kişi bunun farkına bile varmaz. Çünkü depresyon, zamanla gelir. Küçük duygusal kırılmaların birikmesiyle, ertelenmiş yorgunlukların çökmesiyle, bastırılmış duyguların taşıp da çıkacak yer bulamamasıyla.

İçsel Hissin Tanımı Zordur

Depresyon yaşayan bir kişi genellikle duygularını kelimelere dökmekte zorlanır. Çünkü bu his tanımlanabilir bir acıdan çok, bir tür boşluk gibidir. Yorgun ama nedenini bilmeyen bir beden, dolu ama bir türlü taşamayan bir zihin, sessiz ama içeride bağıran bir ruh hali...

Danışanların seanslarda sıkça dile getirdiği cümlelerden bazıları şunlardır:

  • “Hiçbir şey yapmak istemiyorum, ama hiçbir şey yapmamaya da dayanamıyorum.”
  • “İnsanlarla birlikteyken de yalnız hissediyorum.”
  • “Sanki hayata biraz uzaktan bakıyorum. İçinde değilim.”
  • “Uyanıyorum ama neden uyandığımı bilmiyorum.”

Bu cümlelerin ortak noktası; yaşama karşı duyulan bağın zayıflaması, anlamın kaybı, hissizliğin yoğunlaşmasıdır.

Depresyonun Psikolojik Yüzü

Depresyon, sadece bir duygu durumu değildir. Aynı zamanda düşünce ve davranışları da etkileyen çok katmanlı bir yapıdır. Kişinin kendine, çevresine ve geleceğe dair bakışı yavaş yavaş kararır.

Depresyon sırasındaki tipik içsel deneyimler şunlardır:

  • Kendilik değeri düşer: “Ben zaten hiçbir şeyi başaramıyorum.”
  • Gelecek umutsuzlaşır: “Bundan sonra hiçbir şey iyi olmayacak.”
  • Sosyal dünya anlamsızlaşır: “Kimse beni gerçekten anlamıyor.”
  • Zihinsel enerji düşer: “Kafam çalışmıyor, hiçbir şeye odaklanamıyorum.”
  • Fiziksel yavaşlama başlar: “Sürekli yorgunum, basit şeyler bile gözümde büyüyor.”

İşte bu düşünce-duygu-davranış üçgeni içinde kişi fark etmeden kısır bir döngüye girer. Bir şey yapmak istemez çünkü enerjisi yoktur. Enerji kaybettikçe kendine öfkelenir. Öfkelendikçe daha çok içe çekilir. Ve bu döngü giderek yaşamdan kopuşa neden olur.

Belirtiler Herkeste Aynı Olmayabilir

Depresyon herkeste aynı şekilde görünmeyebilir. Bazı insanlar daha çok duygusal belirtiler yaşarken, bazıları fiziksel semptomlar üzerinden depresyonu deneyimler. Bu nedenle fark etmek zor olabilir.

Yaygın belirtiler şunlardır:

  • Sabahları uyanmakta zorlanma
  • Gün içinde hiç geçmeyen yorgunluk hissi
  • Daha önce zevk veren şeylerden uzaklaşmak
  • Konsantrasyon bozukluğu, karar verememe
  • İştah ve uyku düzeninde bozulmalar
  • Sosyal ilişkilerden kaçınma
  • Kendine yönelik suçluluk, değersizlik düşünceleri
  • Umutsuzluk
  • İleri düzeyde, ölüm düşünceleri

Bu belirtiler en az iki hafta boyunca devam ediyorsa ve işlevsellik azaldıysa, depresyon tablosundan söz edilebilir.

Depresyonun Kökeni: Neden Bu Hale Geldim?

Depresyonun oluşma süreci birçok faktöre dayanabilir. Tek bir nedeni yoktur. Bazen bir tetikleyici olur: bir kayıp, ayrılık, travma ya da iş stresi. Ama bazen hiçbir açık neden yoktur. Kişi hayatında her şey “yolunda” gibi göründüğü halde kendini kötü hisseder. Bu, depresyonu yaşayan birçok kişide suçluluk yaratır.

“Her şeyim var ama mutlu değilim. Demek ki bende bir sorun var.” Hayır. Bu duygu, içsel kaynakların tükenmesiyle ilgilidir. Ruhun susmasıdır. Ve susan yer konuşmayı bekliyordur.

Depresyonun altında sıklıkla şu psikolojik temalar yer alır:

  • Bastırılmış öfke ya da üzüntü
  • Görülme ve anlaşılma ihtiyacının karşılanmaması
  • Yetersizlik, onaylanma ve sevilme çabası
  • Aşırı sorumluluk yüklenme ve ihmal edilen benlik
  • Uzun süredir bastırılan ‘kendine ait olamama’ hali

Bu temalar fark edilmediğinde, kişi giderek kendi ihtiyaçlarını unutur. Başkalarının beklentilerine göre yaşar. Ve bir gün zihni, ruhu ve bedeni buna “dur” der. İşte depresyon, çoğu zaman bu “dur” sinyalidir.

Terapi Sürecinde Neler Olur?

Depresyon tedavisinde hızlı çözümlerden çok, derinleşerek anlaşmak esastır. Terapist, danışanın o sessizliğinde kalabilmeli, onunla birlikte orada oturabilmelidir. Çünkü bazı acılar anlatılmaz; sadece yanında durulması gerekir.

Terapide şu süreçler desteklenir:

  • Kişi duygularına yeniden ulaşmaya başlar
  • Bastırdığı ihtiyaçlarını tanımaya başlar
  • Kendine daha yumuşak bir sesle yaklaşmayı öğrenir
  • Değişmek zorunda olmadan, önce anlaşılır
  • İçsel kaynaklarını tekrar hatırlamaya başlar

İyileşme, küçük değişimlerle gelir. Bir gün daha iyi uyanmak, bir kahveyi keyifle içmek, birini aramak istemek, bir düşünceyi fark etmek... Bu küçük anlar, zihnin yavaş yavaş yeniden renklenmeye başladığının habercisidir.

Depresyon, insanın kendinden uzaklaştığı bir yoldur. Ama o yolun sonunda yeniden kendine yaklaşmak da mümkündür. Bir süreliğine yavaşlamak, hiçbir şey yapamamak, sadece durmak bir “eksiklik” değil; bir yeniden yapılanma alanı olabilir.

"Hiçbir şey hissetmiyorum" cümlesi bile bir duygunun çağrısıdır. Ve duyulmayı bekliyordur.

Depresyon yalnızca bir boşluk değil, içindeki sesi duymaya başlayanların ilk durağıdır.

ÖZGÜVEN PROBLEMLERİ

Özgüven eksikliği, yalnızca çekingen davranmak ya da sosyal ortamlarda rahat edememek değildir. Asıl mesele, insanın kendi iç sesini bastırması, kendini sürekli sorgulaması ve değersizlik duygusuyla hayata mesafeli yaklaşmasıdır. Bu görünmeyen duvar; başarıya, ilişkilere, hayallere, hatta basit günlük seçimlere bile engel olabilir.

Kimi zaman kendine inanamamak, kim olduğunu unutmak gibidir. İnsan, başkalarının gözünden bakar kendine. Yeterince iyi miyim? Doğru mu söylüyorum? Bunu hak ediyor muyum?

Ve bir noktadan sonra kişi şunu fark eder:

“Sürekli başkalarının onayını bekleyerek yaşıyorum. Kendim gibi değilim.”

Özgüven Eksikliğinin Gündelik Hayattaki Yansımaları

Her insanın özgüveni zaman zaman sarsılabilir. Ama eğer bu durum süreklilik kazandıysa, kişinin hayatını doğrudan etkiler. Kimi zaman çok başarılı görünen biri bile içten içe kendini değersiz hissedebilir.

Özgüven problemleri sıklıkla şu şekilde kendini gösterir:

  • Karar verirken sürekli başkalarına danışma
  • Sosyal ortamlarda rahat konuşamama, sürekli kendini izleme
  • “Hayır” diyememe, sınır koyamama
  • Başarılarını küçümseme, hep daha iyisini yapması gerektiğine inanma
  • Yeni bir şeye başlarken kendine ket vurma: “Zaten yapamam ki”
  • İlişkilerde kendini geri planda tutma, uyum sağlamak için kendinden vazgeçme
  • Dış görünüş, zekâ, yetenek gibi konularda kendini yetersiz görme
  • Başkalarının düşüncelerini gerçeğin yerine koyma

Bu davranışlar zamanla kişiyi kendinden uzaklaştırır. Ne istediğini, ne hissettiğini, neye ihtiyacı olduğunu bilemez hale gelir. Kendi hayatının seyircisi gibi hissetmeye başlar.

Özgüven Eksikliği Nereden Gelir?

Özgüven, doğuştan gelen bir özellik değildir. Büyük ölçüde çevresel etkilerle şekillenir. Özellikle çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanan deneyimler, bireyin kendilik algısında belirleyicidir.

Özgüven sorunlarının temelleri genellikle şunlardır:

  • Aşırı eleştirel ebeveyn tutumu
  • Başarıyla koşullandırılmış sevgi (örneğin “ancak başarılı olursan değerlisin” mesajı)
  • Çocukken sürekli kıyaslanmak
  • Gülünç duruma düşmekten korkulan sosyal deneyimler
  • Travmatik deneyimler (zorbalık, dışlanma, duygusal ihmal vb.)
  • Ailede bireyin sınırlarına saygı duyulmaması

Zamanla bu deneyimler kişinin iç sesi haline gelir. Artık dışarıdan biri ona “sen yetersizsin” demese bile, o kendi içinde bu sesi tekrar eder.

Nasıl Hissettirir?

Özgüven eksikliği yaşayan kişiler, yalnızca “çekingen” ya da “utangaç” değildir. Çoğu zaman yüksek içsel farkındalığa sahiptirler ama bu farkındalık yargılayıcıdır. Kendini en çok eleştiren yine kendisidir.

Seanslarda en çok duyulan cümleler şunlardır:

  • “Kendim gibi davranamıyorum.”
  • “Sanki ne söylesem saçma olacak gibi hissediyorum.”
  • “Bazen ortama bile girmek istemiyorum.”
  • “Bir şey başarınca bile içimden ‘tesadüftü’ diyorum.”
  • “Benim fikirlerim önemsiz.”
  • “Sanki herkes daha donanımlı, daha zeki, daha güçlü.”

Bu içsel diyalog, kişiyi hem sosyal hayattan hem kendi potansiyelinden uzaklaştırır.

Terapide Özgüvenle Nasıl Çalışılır?

Özgüven eksikliği terapiye en iyi yanıt veren sorunlardan biridir. Çünkü bu durumun kökeninde genellikle bilinçdışı öğrenmeler ve içselleşmiş yanlış inançlar vardır. Terapide kişi kendine dair bu yargıları fark eder, sorgular ve yeniden inşa etmeye başlar.

Bu süreçte:

  • Kişi kendine söylediği sözleri fark eder
  • “Mükemmel olmalıyım” ya da “rezil olmamalıyım” gibi inançları tanır
  • Başkalarının görüşlerini “gerçek” zannetmekten vazgeçer
  • Küçük adımlarla sınır koyma, ifade etme, var olma deneyimi yaşar
  • Kendini tanıma ve yeniden tanımlama sürecine girer

Özgüven eksikliği, kişinin yaşam potansiyelini gölgeleyen bir filtredir. Ama bu filtre geçirgendir. Fark edildikçe, üzerine çalışıldıkça, yerini daha net ve güçlü bir benlik algısına bırakabilir.

Kendin gibi olmak, en çok zorlandığın ama en çok ihtiyaç duyduğun şey olabilir.

Ve bil ki: Kendini küçülterek kimseyi daha büyük yapmış olmuyorsun.

Whatsapp
Hemen Arayın
× Whatsapp